28 Aralık 2013 Cumartesi

Nazım Hikmet'le 3.5 Yıl - Orhan Kemal

Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevindeki 3,5 yılını Orhan Kemal'den dinliyoruz. Nazım'la burada tanışırlar ve aynı koğuşta geçen 3,5 yılın ardından Orhan Kemal hapisten çıktıktan sonra da devam eden dostlukları başlar. 

Orhan Kemal'in cümlelerindeki yalınlık ve gerçeklik her kitabında beni kendine hayran bırakıyor. Bu kitabında da sanki Nazım Hikmet'in merdivenlerde koşturup durmasını, tavşanı gördüğündeki heyecanını, resim yaparken ıslık çalışını bir köşede durmuş izliyordum.

Kitapta hapishanede kaldığı dönemdeki gözlemleriyle adembabaları anlattığı 72. Koğuş adlı eserine dair bazı detayların bulunması da çok hoştu. 

Kitabın sonunda Nazım Hikmet'in Orhan Kemal'e yazdığı mektuplar var. Bu mektuplarda Orhan Kemal'den kardeşim, eşinden kızım çocuklarından da torunum diye bahsediyor oluşu aralarındaki ilişkiyi tarife yeter sanırım.

Kitapta dikkate değer bir nokta şu ki Orhan Kemal Nazım'la tanışmadan evvel şiire meraklıymış daha sonra Nazım Hikmet'in teşviki ile düz yazıya yönelmiş. Yani Orhan Kemal'in edebiyatımıza kazandırdığı o muhteşem eserlerde Nazım Hikmet'in de bir payı var. Nazım Hikmet'i okumak çok güzel lakin Nazım Hikmet'i var olmasında ön ayak olduğu, usta bir yazarın kaleminden okumak bir başka güzel. 

Arka Kapak 
Türk edebiyatında her zaman eksikliği hissedilen türlerden biridir anı kitapları. Bu kitap ise bu büyük eksiği gideren çalışmaların başında geliyor. Türk romancılığının en önemli isimlerinden biri olan Orhan Kemal, Türk şiirinin en önemli isimlerinden biri olan Nâzım Hikmet’i anlatıyor. İki dev yazarın hapishane günlerini dile getiren bu çalışma, dünya edebiyatı için bile az rastlanır bir örnek oluşturuyor. İnsanı her şeyin önüne koymuş bir usta, yine en çok insana inanmış bir başka ustayı anlatıyor. Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl Orhan Kemal’in kaleminden.

Orhan Kemal’in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok aza yazar okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır, okurunu onun kadar biçimlendirir. Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize. Edebiyatımızın en değerli ustalarından biri olan Orhan Kemal’in kitaplarını yayımlamaktan onur duyuyoruz.

24 Aralık 2013 Salı

Şato - Franz Kafka

Dava ve Dönüşüm'ü okuyup ara verdiğim Kafka'ya uzun bir zaman sonra Şato ile dönüş yaptım. Max Brod sayesinde okuma şansına erişebildiğimiz bu kitabı okuyup bitirdiğimde sanki Dava'daki konunun farklı bir açıdan ele alınmış şekliyle karşılaşmıştım. Dava'da belirsizlik karşısında baştan beri süregelen karamsarlık Şato'da yerini umuda, bilmek istemeye bırakmış. Ve iki kitapta da kahramanımız K. 

Bir köye kadastrocu olarak atanan K. köye ilk geldiğinde amacı şatoya ulaşmaktır. Şato çok yakınındadır ancak bir türlü ona ulaşamaz. Zamanla köy halkının sıradan insanların şatoya ulaşamayacağı konusundaki kesin inancı gibi o da şatoya ulaşmaya dair inancını kaybeder. Bundan sonra çabaları köyde kabul görmek içindir. 

Şato metaforuyla bize ne anlatıyor kesin bir şey söylenemez. Şatoya farklı anlamlar yükleyenler mevcut. Brokrasi, tanrı veya devlet. Kafka burada yorumu okuyucuya bırakıyor. 

İçindeki tekdüzeliğe rağmen her sayfayı iştahla okurken bir anda kitap bitiveriyor. Ama eğer Dava'yı okumuşsanız kitabın sonuna dair bir tahminde bulunmak hiç de zor olmaz. 

Arka Kapak
Şato'nun bu çevirisi Cem Yayınevi'nde şimdiye kadar çıkan basımlarından farklı bir özellik taşıyor. Daha nceki Max Brod'un baskıya hazırladığı Şato çevirisi, bu kez Malcolm Pasley tarafından baskıya hazırlanan "Edisyon Kritik" dizisinde yayınlanan metin temel alınarak yeniden gözden geçirilmiştir.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Okuma Şenliği / Kış 2013 - 1. Ay


Okuma şenliğine büyük hevesle katıldım fakat bu ay benim için hayli yoğundu. O yüzden kitap okuyamayacağımı biliyordum. Bu ay iki kitap okudum ikisi de etkinlik kapsamına girebilecek kitaplar olmasına rağmen ilk okuduğum kitap olan Zıkkımın Kökü'nü 2 Kasımda bitirdiğim için etkinliğe dahil etmedim. Yani etkinliğin birinci ayını tek kitapla geride bıraktım. Ve işte benim bu ayki utanç raporum. :)

8. Kategori (20 puan): Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere.
- Şato - Franz Kafka - Cem Yayınevi (412 sayfa)


29 Kasım 2013 Cuma

Zıkkımın Kökü - Muzaffer İzgü

Yazarımız bu kitabında bize çocukluk ve gençlik yıllarını sunuyor.  Muzaffer İzgü Adana'da fakir bir ailenin çocuğu olarak doğar. Bir yandan okurken bir yandan da hem ailesine destek olmak hem de okul masraflarını çıkarabilmek için çalışmaktadır. Fakirlik içinde geçen çocukluk yıllarını, ailesine katkıda bulunmak ve okumak için giriği işleri, ilk sevdasını bize öyle samimi bir dille anlatır ki sanki okuduğun kitap değildir de Muzaffer İzgü karşında oturmuş tatlı tatlı hikayesini sana anlatıyor hissine kapılırsın.  Kitabın dilindeki samimiyete, anlatımın güzelliğine, mizahına rağmen anlatılanlar pek de keyif verici değildir. 

Kitapta ayakkabılarını anlatırken çok garipsediğim bir an oldu. Okul müdürü ve müfettiş İzgü'nün ayakkabılarını gördüğü halde nasıl tepkisiz kalabildi. Küçücük bir çocuğa bir çift ayakkabı almak büyük bir külfet olmasa gerek. Bir ayakkabı ile uğranılan maddi zararı(!) masum bir çocuğun yüzündeki mutluluk kat kat ödemez mi zaten?

Kitabı okuduktan sonra haberdar olduğum komik/acı bir durumdan da bahsetmeden geçmeyeyim. Bu kitabı Bursa Osman Gazi İlçesindeki bir ilköğretim okulunda öğretmen 7. sınıf öğrencilerine ödev olarak verir. Pek duyarlı bir velinin şikayeti üzerine de kitap bir komisyon tarafından incelenir ve yasaklanır. Haberi gördüğümde kitapta ne vardı da yasaklandı anlamlandıramadım.  Ve şu komik gerekçe çıktı karşıma:

"Ergenlik çağındaki öğrenciye uygun değil"
Komisyon, “Zıkkımın Kökü” adlı eseri inceleyerek “Bahsi geçen okul öğrencisinin sınıf düzeyi dikkate alındığında, ergenlik döneminin ve cinsel gelişimin ön plana çıktığı bu dönemde, her bireyin hazır bulunuşluk ve algılama düzeyi farklılık yarattığından 7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı” kararına vardı.

   
Hayata bu kadar seks odaklı bakan insanlardan başka türlü bir gerekçe beklenebilir miydi? 7. sınıf öğrencisini Pepe ile büyütmek istiyorlar sanırım. Kendilerinden daha zeki bir nesil işlerine gelmez tabi, haklılar bir yerde.

"Umut, ne iyi şeydi. Doktor parası, ilaç parası vermeden bir çocuğun iyileşmesi yoksul evi için umutların en iyisiydi."

"Belki de istese şöyle bir el itişiyle yere devirebilirdi kocasını ama ah şu saygı denen şey... Kocaya saygı hiçbir zaman bu kadının elini kullanmasına izin vermezdi. "O el ki, kocaya kalkan el, öteki dünyada firil firil yanan bir odun olacaktı." Sert odundan yapılmış adamlara öteki dünyada bir şey yok muydu acaba? "

Arka Kapak
Muzaffer İzgü'nün, 'yaşamöyküsü'nü anlattığı Zıkkımın Kökü, aynı adla sinemaya uyarlandı. Memduh Ün ile Macit Koper'in senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Memduh Ün'ün yaptığı; Menderes Samancılar, Meriç Başaran, Günay Girik, Elif İnci, Sırrı Elitaş ve Emre Akyıldız'ın rol aldığı Zıkkımın Kökü filmi, Hindistan Udaipur Film Festivali'nde Altın Film, Tokyo Film Festivali'nde Asya'nın En İyileri, İspanya'da En İyi Yönetmen ödüllerine değer görülürken; Adana'da Altın Koza'da beş ödül birden, Kültür Bakanlığı Ödülü, Paris'te 1994'te Cine Junior en büyük ödülünü de aldı.

21 Kasım 2013 Perşembe

Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay

Oğuz Atay ile tek hikaye kitabı olan Korkuyu Beklerken'le tanıştım. Aslında kısa hikayelerle pek aram yoktur. Yazar üstün körü anlatmasın, her detayı, her duyguyu ilmik ilmik işlesin isterim. Bu yüzden de hep romanlara yönelirim. Ama Oğuz Atay'a hikayelerle başlamak istedim çünkü onu okumanın zor olduğunu biliyorum. Yani bu hikayeler Oğuz Atay'ı tanımam için bir ön hazırlıktı bana göre. Yani kitabı basite almıştım, yanılmışım.

Her bir hikayede bireyin topluma yabancılaşmasına, bireysel acılara, mutsuzluklara tanık oluyoruz. Kitapta sekiz hikaye var.  Hikayelerin hepsinde gözümüze çarpan ortak nokta yalnızlık. Beni en çok etkileyen Korkuyu Beklerken adlı hikaye oldu. Korkup yalnızlığına gömülen, korkunun etkisiyle saçmalayan, saldırganlaşan bir adam var bu hikayede. Korkunun insanı nasıl yalnızlığa ittiğini görüyoruz. Hep böyle değil midir? Korktuğumuzda ya da mutsuz olduğumuzda hep yalnızlığımıza kaçmaz mıyız? Yalnızlaştıkça hırçınlaşıp, saldırganlaşmaz mıyız?  Oysa mutlu olduğumuz zamanlarda unuturuz kendimizi, başkalarına koşarız. Yani insana en büyük düşman kendisidir. Kendimizden ne kadar uzaklaşırsak, kendimizi ne kadar unutursak o kadar mutlu oluyoruz sahte dünyamızda.

Arka Kapak
"Oğuz Atay'ın hikayeleri, gündelik hayatı kavrayış derinliği anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmıyor. Kitaba adını veren hikayenin "korkuyu beklerken" kendini evine hapseden kahramanı, Atay'ın edebiyat güzergahındaki farklılığının en büyük kanıtlarından. Yazarın bu kitaptaki iki hikayeyle var ettiği "Beyaz Mantolu Adam"da öyle...S

10 Kasım 2013 Pazar

Okuma Şenliği - Kış 2013




Pinuccia'nın düzenlediği Okuma Şenliği/ Kış 2013'te ben de varım. Daha önce yaz için düzenlediği etkinliği görmüş ama zamanım olmadığı için katılamamıştım. İkincisinin düzenlendiğini görünce hemen listemi hazırladım. Bu işin en güzel kısmı liste hazırlamak sanırım. Hazırlarken bir hayli eğlendim. İşte Okuma Şenliği/ Kış 2013'te benim okumayı planladıklarım. Bazı kategorilerde kararsız kaldım ve iki kitap ekledim. Yine daha sonra değiştirebileceğim bazı kitaplar var. Şu an için onları okuyacağımdan emin değilim. 

1. Kategori (10 puan): Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkan bir kitap okuyanlara.
- Bülbülü Öldürmek - Harper Lee - Altın Kitaplar (368 sayfa)

2. Kategori (10 puan):Kütüphaneden ödünç alınmış veya sahaftan satın alınmış bir kitap okuyanlara.
- Gülün Adı - Umberto Eco - Can Yayınları (601 sayfa)

3. Kategori (10 puan): Adında bir hayvan adı olan bir kitap okuyanlara.
- Kaplumbağalar - Fakir  Baykurt - Literatür Yayıncılık (368 sayfa)

4. Kategori (15 puan): 600 sayfadan uzun bir kitap okuyanlara.
- Tutunamayanlar - Oğuz Atay - İletişim Yayıncılık (724 sayfa)


5. Kategori (15 puan): Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazarın bir kitabını okuyanlara.
- Gazap Üzümleri - John Steinbeck - Remzi Kitabevi (480 sayfa)

6. Kategori ( 15 puan): Türk edebiyatında klasik kabul edilen bir yazarın bir kitabını  okuyanlara.
- Murtaza - Orhan Kemal - Everest Yayınları (360 sayfa) - Değerlendirmem-

7. Kategori (15 puan): Hiç okumadığınız bir ülke edebiyatından bir kitap okuyanlara.
- Tirza - Arnon Grünberg - Alef Yayınevi (484 sayfa)

8. Kategori (20 puan): Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere.
- Şato - Franz Kafka - Cem Yayınevi (412 sayfa) - Değerlendirmem -

9. Kategori (20 puan): Adında kış mevsimine ilişkin bir sözcük olan veya konusunda kış teması olan bir kitap okuyanlara.
- Kar - Orhan Pamuk - Yapı Kredi Yayınları (464 sayfa)

10. Kategori (25 puan): Yasaklanmış bir kitap okuyanlara.
- Burma Günleri - George Orwell - Can Yayınları (315 sayfa) veya Lolita - Vladimir Nabokov - İletişim Yayıncılık (364 sayfa)

11. Kategori ( 25 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılmış bir kitap okuyanlara.
- Bozkurt - H. C. Amstrong - Noktakitap (248 sayfa)

12. Kategori (25 puan): Yayınlanmış en az beş kitabı olan bir yazarın ilk kitabını okuyanlara.
- Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları (220 sayfa) -Değerlendirmem-

13. Kategori (25 puan): Bir biyografi veya otobiyografi okuyanlara.
- Hrant - Tuba Çandar - Everest Yayınları (736 sayfa)

14. Kategori (30 puan): Okuma yazmayı öğrendiğiniz yıl ilk kez yayınlanmış bir kitap okuyanlara.
- Kılıç Yarası Gibi - Ahmet Altan - Can Yayınları (344 sayfa) (1998 yılı)  - Değerlendirmem -

15. Kategori (40 puan): Bir üçleme veya aynı seriden üç kitap okuyanlara.
- Ve Durgun Akardı Don 1,2,3 - Mihail Şolohov - Evrensel Yayınevi (1140 sayfa) veya Esir Şehrin İnsanları Üçlemesi - Kemal Tahir - İthaki Yayınları (1338 sayfa)


6 Kasım 2013 Çarşamba

1915: Ermeni Soykırımı - Hasan Cemal


Tarihimizin karanlık yüzünü; 1915 Ermeni Soykırımı'nı,  bu utanç verici yükü sırtımıza bindiren, 1915 olaylarının sorumlularından biri olan, İttihat Ve Terakki mensubu Cemal Paşa'nın torunu Hasan Cemal'den dinliyoruz. Büyük ihtimalle bu kitabı görenlerin aklından geçen Hasan Cemal'in bu olaya sebep olan dedesini aklamaya çalışacağıdır. Ama hayır, Hasan Cemal dedesinin günahını sırtlanmamış.

Hasan Cemal bu kitapta bize 1915'te olanları değil 1915'in kendisi için ne anlam ifade ettiğini anlatıyor. . Zaman içinde fikirlerinin nasıl değiştiğini, Ermeni soykırımı konusunda Türkiye'nin içinde bulunduğu kör durumdan nasıl kendini kurtarmayı başardığını anlatıyor. Yani burada bir özeleştiri okuyoruz Cemal Paşa'nın torunundan.

Zamanla kendinde olan değişimleri anlatırken Türkiye'de meydana gelen siyasi olaylara da, suikastlere de değiniyor. Trakya olaylarından, varlık vergisinden, yurtdışında suikaste kurban giden Türk diplomatlardan, Hrant Dink'ten, Susurluk'tan ve daha birçok olaydan kısa kısa bahsediyor bize. 

İttihat ve Terakki'yi seven, sevmeyen, sağcısı, solcusu söz konusu milliyetçilik olunca tek bir ağız olmuşçasına bağırıyor. "Sözde Ermeni katliamı yalandır." Başına sözde kelimesini ekleyince, veya bir grup tarafından inkar edilince gerçekler değişir mi hiç? Ermenileri biz öldürmedik de neden başkalarının günahını yükleniyoruz? Evet zamanında bizden birileri sizin ailelerinize bunu yaptı ama biz onlardan değiliz. Bu cinayet karşısında sizin yanınızdayız demek neden bu kadar zor anlamış değilim.

1992'de Hocalı'da yaşananlar ne kadar katliam ise 1915'te Anadolu'da yaşananlar da o kadar katliamdır. Ölümün ırkı olmaz. Onlar da ölülerinin arkadasından yas tutar. Acısını yüreğinde taşır. Bu duygular sadece bize özgü değil. Barış için yapamız gereken tek şey empati. Bu hem o taraf için geçerli hem de bizler için.

Ben kendi adıma Ermeni soykırımı yoktur diyerek ben doğmadan işlenmiş bir cinayetin katili olamam, kimsenin günahını yüklenemem. 

Arka Kapak
Hasan Cemal gazetecidir, tarihçi değil.

Bu kitap da tarihi bir araştırmanın ürünü olarak yazılmadı.

Hasan Cemalin 1915 ve Ermeni sorununa ilişkin kişisel serüveni sayılabilir elinizdeki bu kitap.

Hasan Cemal, ilk kez, 1999da yayımlanan "Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım" isimli kitabında, siyasal görüşlerinin zaman içinde nasıl değiştiğini, hangi kaynaklardan beslendiğini, yani siyasal özyaşamöyküsünü anlatmıştı, kendi kendisini de sahici bir eleştiri süzgecinden geçirerek...

Hasan Cemal bu kitabında 1915le ilgili olarak nereden nereye geldiğini yine özeleştirel bir dille anlatırken, Türkiyenin "kayıp tarihiyle icat edilmiş" tarihine de ışık tutmaya çalışıyor her zamanki içtenliğiyle...

29 Ekim 2013 Salı

Struma - Halit Kakınç

Struma Türkiye'nin göz yumduğu bir cinayetin öyküsüdür.

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Balkan sınırında Nazi tehditi giderek büyümekteydi. Romanya da pek çok ülke gibi Nazi hayranlığına soyunmuş, ulusalcılığı yücelterek Yahudilere karşı kara propagandaya başlamıştı. Her geçen gün can güvenlikleri tehlikeye giren Yahudilerin aklında tek bir düşünce vardı; güvende olcakları kutsal topraklara, Filistin'e göçmek. Bunun en kolay yolu da deniz yolculuğuydu. Bu yüzden mülteci gemileri Filistin'e doğru yola çıkıyordu.

Struma adlı gemiye de 791 insan Filistin'e ulaşabilme umuduyla bindi. Kaderin onlara oynayacağı oyundan habersiz... Struma  yola çıktığında motoru bozuldu üstün körü bir tamirle yoluna devam etti ancak tekrar motorunun durmasıyla İstanbul açıklarında, Sarayburnu'nda demir atmak zorunda kaldı. Ve gemidekiler için 72 gün sürecek olan bekleyiş başladı. Türkiye Nazi tehditinin altında olmasının yanı sıra, Nazilere duyduğu hayranlık ve Yahudi düşmanlığı nedeniyle gemideki insanların karaya çıkmasına izin vermedi, bazı istisnalar dışında. Süresi geçmiş olsa da pasaportları olan bazı insanlar, önemli isimlerin araya girmesiyle bir aile ve hamile olup hastaneye yatması gerektiği için bir kadının karaya çıkışına izin verildi, diğerleri ise kaderlerine terk edildi. Bu süre boyunca gemideki insanlar İstanbul'daki Yahudi topluluğunun ilaç ve yiyecek yardımıyla yaşamaya çalıştılar.

Struma'nın sınırları içinde bulunması Türkiye için büyük bir tehditti. Bir an önce bu dertten kurtulmak gerekiyordu ve karar verildi. Motoru bile olmayan Struma açık denizlere çekilerek kaderine terk edildi. Burada da Stalin'in emri ile Kızıl Donanma tarafından Nazi ajanları taşıdığı gerekçesi ile torpillenerek paramparça edildi. 768 insan bir anda katledildi.

 Elbette bu olaya Türkiye açısından da bakmak gerek. Tarihe damgasını vurmuş en zalim insanlardan biridir Adolf Hitler. Türkiye bir yandan böyle bir tehdit altındayken bir yandan da İngiltere tarafından göçmenlerin Filistin'e gönderilmemesi için baskı uygulanırken ne kadar objektif davranabilir. Türkiye'nin bu olayda masum olduğunu, elinden bir şey gelmediğini düşünebiliriz. Kitabı okurken hep bu vardı aklımda. Ama olayın ardından dönemin cumhurbaşkanı Refik Saydam'ın söylediği şu sözler aslında Türkiye'nin hiç de masum olmadığını gösteriyor. "Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekan olamaz." Başka söze gerek var mı?

Evet Türkiye'nin bu insanlara yardım edecek gücü yoktu ama anlaşılıyor ki böyle bir niyeti de yoktu. 

Arka Kapak
“Ülkemizin önde gelen araştırmacı akademisyenlerinden yazar dostum Halit Kakınç, Struma olayı hakkında bugüne kadar karanlıkta kalmış birçok bilgiyi de içeren önemli bir eseri yayımlıyor.
Ben, Struma cinayetini bire bir yaşadım. 1941 yılında, 15 Aralık’ta Struma gemisi Sarayburnu açıklarına demir attı. Rıhtıma yanaşmasına izin verilmedi. Gece gündüz polis nezaretinde, 769 insan 72 gün boyunca deniz ortasında hapsedildi ve sonra katledildi.
Yazar Halit Kakınç’ın bu eserinin en sonunda, Anadolu Ajansı’nın 24 Şubat 1942 tarihli açıklamasını bulacaksınız. Vatandaşlarına saygısı sıfır olan ceberut ve despot devlet anlayışını yansıtan bu açıklama, aynı zamanda utanç verici bir yalanı da içeriyor: “Geminin tamiri hitam bulduğu halde…” diye başlıyor.
Aslında motor arızalı olarak, atölyede kalmıştı. Yani, Struma motorsuzdu. Motorsuz bir gemi, kaderine terk edilen 769 insanı taşıyan bir büyük yüzen tabuttu. Ve devletin Anadolu Ajansı, utanç verici bir şekilde, geminin tamirinin bittiğini iddia ediyor, yalan söylüyordu. Katillerin cinayetlerini örtmeye çalışıyordu.
Struma cinayetinin üzerinden 70 yıl geçti. Mensubu olduğum Türk toplumunun eleştirilecek birçok yönü var. Bence bunların başında, eskiden beri süregelen geçmişte kalmış sayısız günahlarıyla yüzleşememek ve huzura erememek var. Bu cesareti ıskalamak… Cesetleri arka arkaya, üst üste yığıp dolap kapılarını kilitlemek… İyi de, cesetler orada kokuşup duruyor. Koku etrafa yayılıyor, havayı zehirliyor. Şu dolapları artık açıp havalandırsak, günahlarımızla yüzleşsek, huzura ermeyi denesek daha iyi olmaz mı?”
İshak Alaton

27 Ekim 2013 Pazar

Körlük - Jose Saramago

Uzun zamandır kütüphanemde okunmayı bekliyordu ancak  diyalogları ayırmadan yazılmış bir kitap olduğu için ve hiç boşluk olmadığı için okurken zorlanırım diye düşündüğümden okumayı sürekli erteliyordum. Yazar Ayları etkinliğini görünce fırsat bu fırsat okuyayım dedim. Düşündüğüm gibi de olmadı dört günde bitiriverdim. Hem de hiç zorlanmadan ve büyük keyif alarak.

Kitap bir adamın arabasıyla kırmızı ışıkta beklerken kör olmasıyla başlar ve sırayla bu körlüğün çevresindeki insanlara bulaşmasıyla devam eder. Körlüğün bulaştığı insanlar devlet tarafından bir akıl hastanesinde karantinaya alınır ve burada kaderlerine terk edilirler. Onlara her gün yiyecek ve temizlik maddeleri verilmektedir ama tüm yardım bundan ibarettir. Devlet körleri diğer insanlardan ayırarak sorunu çözebileceğini düşünmektedir.  Bu akıl hastanesine tıkılmış körlerin içinde gören sadece bir kişi vardır ama bu kişi de gördüğünü saklamaktadır çünkü bu diğer körler içinde bilinirse onların kölesi durumuna düşebilir. Herkesin kör olduğu bu yer zamanla, açlık, ölümler, sonradan ortaya çıkan bir çetenin zulmü ve tecavüzler ile katlanılamaz bir yere dönüşür.  Bu durumda doktorun karısı her şeyi görmesine rağmen susmaktadır çünkü başına geleceklerden korkar. Bu kabusu görmektense kör olmayı diler.

Yazar kitapta körlük metaforuyla aslında bize içinde bulunduğumuz dünyayı sunuyor. Körler aslında çevrelerinde yaşanılan zulmü görüp sessiz kalan, gözlerini yuman insanlardır. Doktorun karısı ise bu zulmü görüp elinden bir şey gelmeyen azınlıktaki kısmı oluşturmaktadır. Susar çünkü konuştuğunda başına geleceklerden korkar ama olanlara da vicdanı dayanamaz. Peki bu durumda nereye kadar susabilir?

Ve kitap şu cümlelerle son bulur. "Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler."

Arka Kapak
Körlük, 1998 yılı 'Nobel Edebiyat Ödülü' sahibi Portekizli yazar Jose Saramago'nun son yıllarda yazdığı en etkileyici kitap. Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşir. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlaki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramago, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmıştır. Çağdaş dünya edebiyatının bu ünlü adının öteki yapıtlarını da yakında Can Yayınları arasında bulacaksınız.S





14 Ekim 2013 Pazartesi

İntihar Dükkanı - Jean Teulê

Bazı kitapların isimleri o derece cezbedici oluyor ki tanıtım yazısını dahi okumadan sepetine atıveriyor insan. Bu kitap da benim için onlardan biri.

İntihar dükkanı beş kişilik Tuvache ailesi tarafından işletilmektedir. Bu dükkanda adından da anlaşılabileceği gibi hayatlarına son vermek isteyen insanlara yardımcı olacak araçlar satılmaktadır. Kendilerini asmaları için urganlar, ani bir ölüm için çeşitli zehirler, ya da havalı bir ölüm için hara-kiri veya Turing elması gibi ölümünüze hayran bıraktıracak intihar setleri. İnsanlara ölüm satan, hayatın kötülüklerden ibaret olduğunu düşünen, her daim mutsuz Tuvache ailesinin hayatı her şeye iyi yönden bakan bir nevi erkek Pollyanna olan küçük çocukları Alan ile yavaş yavaş değişmeye başlar. Ve bu sağlam konu bir anda hayat her şeye rağmen ne de güzel gibi sıradan bir romantikliğe bağlanır.

Kendi irademiz dışında geldiğimiz ve umduğumuzu bulamadığımız şu dünyadan ayrılmak istediğimizde intiharın bir seçenek olarak karşımızda durması hayatın hatasını telafi etmek için sunduğu küçük bir jest olsa gerek. Böylesi güzel konu daha detaylı ve daha gerçekçi bir şekilde işlenebilirdi.

Arka Kapak
Karanlığın içinde tabelası parıldıyor: İntihar Dükkânı. Hayatın yüküne dayanamayanlar son alışverişlerini yapıyorlar.

Zehirler, ipler, tıraş bıçakları ya da daha ilginç intihar yöntemi paketleri... Nesillerdir müşterilerinin son anlarında kullandıkları malzemeleri temin eden bu aile şirketine, bir gün sizin de yolunuz düşebilir.

Tabii dengeleri değiştiren bir sürpriz sizden önce bu karanlığı aydınlatmazsa...

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Suçlu 1 - Suçlu 2 Sokakların Çocuğu - Orhan Kemal

Orhan Kemal okumalarımı çok kısa aralıklarla devam ettiriyorum. Son olarak iki ciltten oluşan Suçlu serisini okudum.

Suçlu adlıyla yayınlanan ilk ciltte daha çok küçük kahramanımız Cevdet'in aile hayatına, sokağa düşme serüvenine tanık oluyoruz. Cevdet hayal dünyasında yaşayan, bir kitapta okuduğu Aslan Tomson olmak isteyen ancak bu şekilde acı çekmekten, ezilmekten kurtulacağını düşünen bir çocuktur. Cevdet'in aile sevgisinden yoksun, hayaller dünyasında geçen zavallı hayatının yanında etrafında olup bitenlere de boş vermez yazar. Cevdet'in, Cevriye'nin, Kosti'nin ve sonradan aralarına katılacak Hasan'ın masum çocuklukları, yetişkin bir insanda bulunamayacak koşulsuz sevgileri içimizi ısıtır.

Kitap bize aynı zamanda ıslah evlerinde çocukların nasıl bir hayat yaşadığını, nelerle mücadele etmek zorunda olduğunu da acı bir şekilde gösteriyor.

Sokakların Çocuğu adıyla yayınlanan ikinci ciltte ise daha çok Cevdet'in iç dünyasına gidiyoruz. Sürekli hastalıklı düşüncelerle, herkesin kendine düşman olduğu şüphesiyle boğuşan bir Cevdet var bu kez karşımızda. Kimseye güvenemediği gibi aksi tavırlarıyla çevresindeki insanları da hızla kendinden uzaklaştırmaktadır. Tabi ki bir kişi dışında. O da kendisini seven tek kişi olduğuna inandığı Cevriye'dir. Kitaba artık Cevdet'in tükenmişliğini, bir umudunun kalmadığını gösteren bir sonla da veda ediyoruz.

Kitabın en dikkatimi çeken yanı tüm yaptıklarına rağmen Orhan Kemal'in bir türlü Cevdet'e kıyamaması oldu. Yazarımızın kalbi de kalemi kadar güçlü.

Kitap için söylenecek çok net bir şey var ki suçlu olan küçücük çocuklar değil onları sevgiden mahrum bırakan ailelerdir, görmezden gelen toplumdur,  devlettir. Yani kısaca Cevdet'leri yaratan bizleriz.

Arka Kapak
Suçlu 1 
Edebiyatımızda umudun ve iyimserliğin kalemi olan Orhan Kemal, Suçlu’da hayatın oyunlarına karşı düşleriyle, hayalleriyle ayakta kalmaya çalışan küçük bir çocuğun erken ve acılı büyüme serüvenini ele alıyor. Orhan Kemal’in Sokakların Çocuğu adlı ünlü romanını ilk cildi olan Suçlu, çocukları sokağa götüren yaşamın, acı dolu yolun anlatımı. 

Suçlu 2 - Sokakların Çocuğu
Orhan Kemal'in belki de en çok sevilen kitaplarından biri olan Sokakların Çocuğu, bu büyük romancının insana yaklaşımını en iyi biçimde dile getirir. Türk romanının en etkili yazarlarından olan Orhan Kemal, sadece iyi romanlarıyla değil, hayata karşı taşıdığı tavır ile de yeri doldurulmazlık mertebesine erişmiştir. İnsan sevgisini belli bir politik bakış ile dile getiren Orhan Kemal'in bu romanı da unutmamamız gereken değerleri hatırlatıyor bize bir kez daha.

16 Mayıs 2013 Perşembe

72. Koğuş - Orhan Kemal


72. koğuş hırsızlık, cinayet gibi suçlardan içeri girmiş aç, sefil insanların, ademoğullarının koğuşudur. Orhan Kemal bize bu koğuşla çaresizliğin ne demek olduğunu, insanların ne kadar düşebilceğini, dostluğun, yardımlaşmanın aslında ne kadar da yıkılmaya hazır kavramlar olduğunu gösterir.

72. Koğuş büyük bir sefalet, çaresizlik içindeyken dışarıda da ikinci dünya savaşının getirdiği benzer bir durum vardır. Kitap bize dışarıyı anlatmaz ama biliyoruz ki dışarının da bu koğuştan pek bir farkı yoktur. Aslında hapishaneye o dönemin Türkiye'si diye bakabiliriz. Orhan Kemal 98 sayfalık bir kitapla bize bir Türkiye gerçeğini en çıplak haliyle sunmuş. Bir yanda kuru ekmeğe muhtaç, ümit etmekten başka bir şeye sahip olmayan insanlar bir yanda da bu insanların sırtından küplerini dolduranlar.

Bu korkunç gerçeğin için de bir de aşk vardır ki bu da bize insanın bir şeye dayanmadan yaşayamayacağını gösterir. Ali Kaptan için aşk içinde bulunduğu karanlıktaki bir mum ışığıdır. Ayakta kalabilmek için bir umuttur. Zaten bu durumu anlatan ne güzel bir söz vardır. "Umut fakirin ekmeği" diye. Yiyecek bir lokma ekmeği, tutunacak bir dalı olmayan insanın karnını da gönlünü de doyuran hayalleridir elbet.

Orhan Kemal için söyleyecek pek bir söz yok. İnsan onun kitaplarını okumuyor adeta kitapta yaşıyor.

Arka Kapak
Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olan Orhan Kemal’in başyapıtlarından biri olan 72. Koğuş, insan haysiyetinin düşebileceği en dipsiz kuyunun hikâyesidir Tüm yapıtlarında her şeye rağmen insana olan inancını ve sevgisini korumuş olan Orhan Kemal, bu derin çukura yuvarlanmış olan insanların, en yakınını bile üç kuruşa vurabilecek kadar alçalmış olanların dünyasını bir koğuşun karanlığında anlatırken bile direnişin sesini duyuruyor okurlarına. Alçalışın bile yok edemeyeceği insanlık onurunu dile getiriyor.

Orhan Kemal'in kitapları bîr okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok az yazar okurunun dünyasında onun kadar iz kakır, çok az yazar okurunu onun kadar biçimlendirir. Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize. Orhan Kemal'in kitapları bîr okurum hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok az yazar okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır.


11 Mayıs 2013 Cumartesi

10 Yaşındayım ve Boşanmak İstiyorum - Nojoud Ali


Bu kitapla Yemenli küçük bir kızın trajik hikayesine tanık oluyoruz. Aslında kitapta anlatılan hikaye ülkemizde hiç de yabancı olduğumuz bir konu değil. Ama bu cesarete yabancıyız.

Nojoud on yaşında iken kendinden üç kat büyük bir adama satılır. Daha henüz ergenliğe bile girmemiş ufacık bir kız. Alan da satan da bunu biliyor. Bir de anlaşma yapılmıştır ve evlenme şartı olarak kız ergenlik çağına girene kadar kocası ona dokunmayacaktır. İki taraf da bu şartın basit bir formalite olduğunu bilir elbet. Evlendiği gün kocasının tecavüzüne uğrar bu küçük kız ve bu her gün devam eder. Hem kocasından (ona göre canavardan) hem kayınvalidesinden psikolojik ve fiziksel şiddet görür. Ama o, kendisiyle aynı kaderi paylaşan diğer çocuklar, kadınlar gibi olmaz ve evden kaçıp boşanmak için mahkemeye gider.  Onun bu serüveni sadece Yemen'de duyulmakla kalmaz tüm dünyada ses getirir.  Hatta ondan cesaret bulan iki küçük kız daha aynı cesaretle yola çıkar.

Kitap düz bir şekilde bir çocuk ağzından yaşananları anlatmış. Ağdalı bir dille, duygusal cümlelerle olayı dramatikleştirmek gibi bir amaç güdülmemiş. Zaten hikaye yeterince trajik.

Malesef çocuk gelinler açısından bizim ülkemizin de dosyası hayli kabarık. On yaşında bir çocuğun kadın olabileceğini savunan aşağılık insanlara ülkenin her yerinde rastlıyoruz. Bu kişi tarlada çalışan bir işci de olabiliyor üniversitede ders veren bir profesör de. Bir de bu  çirkin düşünceyi savunurken bu bilimsel bir kanıttır lafını ağızlarından düşürmeyenler yok mu. Genelde karşısında durdukları bilimi konu kendi çıkarları olunca kullanmaktan asla çekinmezler. Ne yazık ki bu zihniyet var oldukça etrafta küçük kadınlar görmeye devam edeceğiz.

Arka Kapak
Yemenli Nujood henüz on yaşındayken evlendirilmek üzere otuzlu yaşlardaki bir adama satıldı. Ailesinden, çok sevdiği kardeşlerinden koparılıp zorla Yemenin izbe bir köyüne gönderildi. Evlendiği adam kendinden yaşça oldukça büyüktü: tam üç kat. Ailesine Nujood ergenlik çağına girene kadar ona dokunulmayacağına dair söz verilmişti.

Ancak bu söze sadık kalınmadı. Verdiği sözü unutan kocası, Nujoodun bir genç kız olmasını beklemeden evlendiği gece onunla zorla birlikte oldu. Nujood gündüzleri kayınvalidesi tarafından, geceleri ise kocası tarafından iki ay boyunca fiziksel ve duygusal şiddete maruz kaldı.

Ve Nujood bu kâbusu yaşarken yalnızca 10 yaşında bir çocuktu.
Ama Nujood pes etmedi ve tüm Yemene ve başka memleketlerde aynı kadere mahkûm insanlara örnek olacak bir serüvene imzasını attı. Yaşadığı topraklarda eşine benzerine rastlanmamış bir hikâyenin başkahramanı oldu; kocasından boşanmak için gizlice evden kaçarak mahkemeye gitti ve yargıcın kapısını çaldı.

Nujoodun ailesine ve Yemen geleneklerine meydan okuyuşu ve cesareti tüm dünyada yankılandı ve Orta Doğudaki tüm genç kızlar için ilham kaynağı oldu.
Ve Nujood eşsiz hikâyesiyle tüm dünyanın vicdanını bir kez daha sorgulamasına sebep oldu.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Ay'a Yolculuk - Jules Verne

Pinuccia'nın blogunda gördüğüm, her ay bir yazarın kitaplarının okunduğu, "Yazar Ayları" isimli etkinlik için bu ay Jules Verne seçilmiş. Ben de, okumayı çok istediğim bir yazar olduğu için "Ay'a Yolculuk" isimli kitabıyla bu güzel etkinliğe katıldım.

Kitap, 1861 yılında başlayan Amerikan İç Savaşı'nın bitmesiyle, yapacak işi kalmayan bir grup savaş topu üreticisinin bir mermi yaparak uzaya gitmeye karar vermelerini ve bu konudaki hazırlıklarını anlatıyor.

İlk kez Jules Verne okudum ve yazara hayran kaldım. Ne kadar bilgili bir insan olduğunu zaten kitapta açık seçik görüyoruz. Toplar, dürbünler, ay vs. her konu hakkında bilgileri gayet detaylı bir şekilde bize sunuyor. Detayları seven bir insan olduğum için benim çok hoşuma giden bu bilgiler belki de bir başkasını sıkabilir.

Kitapta Michel Ardan karakterini çok sevdim. "Başka dünyada canlı varlıklar yaşayabilir mi?" sorusuna verdiği cevap çok hoştu. Soruyu her yönden cevaplayıp bu cevapların her biri, bir bilimsel alandaki uğraşlar sonucunda, başkaları tarafından bulunmuş olduğu için aslında kendisinin hiçbir şey bilmediğini söylemesi takdire şayan bir bilgelik.

Ben her ne kadar severek okusam da gerek kitabın başlarındaki savaş yanlısı diyaloglar olsun, gerek fazla detay ve terim içermesiyle olsun pek çocuklara yönelik bir kitap olduğunu düşünmüyorum. En azından 12 yaşında bir çocuğa göre değil.

Arka Kapak
Durmak bilmeyen bir tempoyla ve akıl almaz bir hayal gücüyle yazılmış Ay’a Yolculuk bilim kurgunun temel eserlerinden biridir. Macera, 1865’te Amerikan İç Savaşı’ndan yeni çıkmış bir grup topçunun, kulüplerinde yapacak iş bulamayıp başkanları Bay Barbicane’in önderliğinde Ay’a kadar gidebilecek bir mermi yapmaya karar vermesiyle başlar. Haber kısa sürede dünyanın dört bir yanına yayılır. Merminin içinde Ay’a gitmek isteyen bir gönüllü de işe karışınca, proje bir anda çok büyük bir olaya dönüşür.

Astronotların Ay’a ulaşmasından yaklaşık yüz elli yıl önce kaleme alınmış bu çarpıcı roman, Jules Verne’in bilimsel ve edebi dehasının en güzel örneklerinden biridir. Tabii ki günümüzde romanda anlatılan bilimsel gerçeklerin bazıları farklı, ama maceranın tadı aynı!  

15 Nisan 2013 Pazartesi

Kitap Alışverişim



D&R'de bahar şenliği kampanyası var bir süredir. Ben de kampanyadan iki kitap alayım dedim. İki kitapla sepeti boş hissedince araya bir kaç kitap daha sıkıştırdım.

1. Suçlu - Orhan Kemal
2. Sokakların Çocuğu - Orhan Kemal

Bu aralar Orhan Kemal'e çok ilgi duyuyorum. Geç kalınmış bir hazine Orhan Kemal benim için. Henüz yeni yeni okumaya başladım ve geçmişin acısını çıkartmak istiyorum. Bu kitaplar bir romanın iki cildi. Romanda sokağa düşmüş bir çocuğun hayatına eşlik ediyoruz.

3. 10 Yaşındayım ve Boşanmak İstiyorum - Nojoud Ali

Yemen'de 10 yaşındayken evlendirilip yeni ailesinden psikolojik ve fiziksel şiddet gören daha sonra da tam bir cesaret örneği gösterip evden kaçarak boşanma davası açan bir "çocuğun" hikayesi.

4. 1915: Ermeni Soykırımı - Hasan Cemal

D&R'deki bahar şenliğinden aldığım kitaplardan biri bu. İsminden ne olduğu belli zaten. Ermeni soykırımını bir de ondan dinleyelim. Normalde 18 lira olan kitap bahar şenliği için 6.75 gibi gayet uygun bir fiyata satılıyor.

5. Hrant - Tuba Çandar

Bahar şenliğinden aldığım ikinci kitap da bu. Normalde 25 lira ama şu an 9.38'e alıyoruz.

6. James Watson ve Francis Crick - Edward Edelson

Tübitak'ın yaşamöyküsü dizisinden aldığım ikinci kitap. Diğerlerini alamıyorum çünkü basımı kalmamış. Artık sahaflardan toplamaya çalışacağım.

7. Cogito 25 Nietzsche 

Cogito'nun aldığım ilk sayısı oldu. Bir dahaki alışverişimde de diğer sayılarını alacağım. Hepsini değil elbette ilgimi çekenleri. Almak isteyenler acele etsin. Çabuk tükeniyorlar.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bahar Şenliğinden aldığım iki kitapta da küçük defolar vardı. Hrant'ta resimde de belli olduğu gibi gayet gözü rahatsız eden bir kusur var. 1915: Ermeni Soykırımı'nın ise sadece arka kapağının üst tarafı hafiften içe doğru kırılmıştı ama rahatsız edecek bir sorun değildi.

Sanırım kitapların ucuz olmasında bu kusurların da payı var. Çünkü bu siteden sürekli alışveriş yapıyorum ama ilk kez böyle bir durum oldu. Yine de alışverişimden memnun kaldım. Yeter ki kitap olsun. Şekli şemali pek önemli değil. :)


13 Nisan 2013 Cumartesi

Okan Bayülgen'den Sesli Kitaplar


İnternette gezinirken böyle bir habere rastladım. Galiba bunu duymayan bir ben kalmıştım. Artık ben de duymuş oldum. Daha haberi okumadan içinde Okan Bayülgen'in adı geçtiği için güzel bir şeyler olduğunu tahmin etmiştim. Öyle de oldu.

Peki konu ne mi? Şöyle ki Okan Bayülgen hayran olunası sesiyle kitaplar seslendirecekmiş.

Makinakafa.com isimli blogunda seslendireceği iki kitabın küçük bir kaydını yayınlamış. Ve kitaplar da öyle yabana atılacak cinsten değil. Stefan Zweig'in Satranç'ını ve Franz Kafka'nın Dönüşüm'ünü böyle kaliteli bir sesten dinlemek gerçekten harika olacak. Kitapları haftada 4 gece radyodan ve okanbayulgen.fm'den dinleyeceğiz. Tabi onları kitapçılarda da görmeyi umuyorum.

Ülkemizde kitap okuma oranı çok düşük. İnsanlar okumamalarına türlü türlü bahaneler buluyor. Kitap okuyacak vakti olmayanların şimdi de kitap dinleyecek vakti olmaz ya sorun değil. Belki bir kaç kişiye daha kitap sevgisi aşılanır. Ben Dönüşüm'ü de Satranç'ı da okuduğum ve zaten kitap okumayı sevdiğim halde bu kitapları heyecanla dinleyeceğim. 


10 Nisan 2013 Çarşamba

Sessiz Ev - Orhan Pamuk


Yeni hayat isimli kitabını okuduktan sonra yazarın başka bir kitabını okumak için pek hevesim kalmamıştı. Orhan Pamuk'u çok seven ve sürekli Sessiz Ev'i okumamı söyleyen "Kitaplar ve Notlar" isimli blogun sahibesi olan arkadaşım bana doğum günümde güzel bir sürpriz yaparak bu kitabı aldı. Hiç beklemediğim bir hediyeydi. Kuryeyi görünce başta idrak edemedim  ama Orhan Pamuk'u görünce hemen kimden geldiğini anladım ve büyük bir sevinçle okumaya başladım.

Kitapta hakim olan iki konu görüyoruz. Doğu - batı çatışması ve 80 darbesi öncesinde siyasi durum. Doğu - batı çatışmasının karakterleri Selahattin Bey ile Fatma Hanım'dır. Fatma Hanım sorgulamadan, kendine öğretildiği gibi yaşamasıyla, körü körüne bağlı olduğu inancıyla doğuyu temsil eder. Kocası olan ve ölmüş olduğu için Fatma Hanım'ın zihninde tanıdığımız Selahattin Darvınoğlu ise batının temsilcisidir. Soyadından da anlaşılabileceği üzere Selahattin Bey ateisttir. Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşamıştır ve yaşadığı toplumun cehaletinden usanmış ve hayatını toplumu aydınlatmak için bir ansiklopedi yazmaya adamıştır. Fatma Hanım'ın zihninde sürekli geçmişte Selahattin Bey ile olan çatışmalarına tanık oluyoruz. Selahattin Bey karısını kendi yoluna çekmek, onu aydınlatmak için uğraşırken Fatma Hanım sürekli susar ve bu susuşuyla aslında doğunun zayıflığını, sessizce boyun eğişini anlatır.

Bir de bu çiftin torunları üzerinden dönemin siyasi olaylarına tanık oluyoruz. Faruk, Nilgün ve Metin üç kardeştirler. Faruk her şeye olan inancını kaybetmiş, bunalımın içine düşmüş bir tarihçidir. Metin ise ailesinin içinde bulunluğu fakirlikten yılmış, zengin olma ve Amerika'ya gitme hayalleri kuran bir gençtir. Öyle ki tek sorununun para olduğunu düşünür yoksa kendisi çevresindeki bütün o şımarık zengin gençlerden çok daha zekidir. Ve Nilgün ise dönemin siyasetinin sol kısmını temsil eder.  E tabi ki solun olduğu yerde sağ olmadan hiç olur mu? Sağın temsilcisi de Fatma Hanım'ın evinde çalışan Recep'in yiğeni Hasan'dır. Hasan henüz lisede 17 yaşında bir gençtir. Hasan'ın öyle çok keskin bir görüşü yoktur çevresindeki insanların etkisinde kalmıştır. Hatta onlardan kurtulmayı da ister ama bunu yapamaz. Çünkü o dönemlerde bir taraf tutmak zorunda hisseder kendini insan. Hasan da bu arada kalmışlığı gösterir. Hasan ve arkadaşları üzerinden o dönemde kendini ülkücü diye nitelendiren insanların yaptıklarını görüyoruz. Hasan Nilgün'e aşıktır ve yazar bu iki karakter arasındaki çatışmayı sunarken Hasan'ın zihnini bize okutup onun hakkında iyice fikir sahibi olmamızı sağlar ama Nilgün karakterini esgeçer. Yani Nilgün'ün sadece solcu olduğunu biliyoruz. Toplumun sağ ve sol diye ayrıldığı bir dönemde bir tarafı es geçmek pek olmamış bana göre. Konuyu biraz zayıf bırakmış.

Karakterler hakkında bu kadar bilgi verdikten sonra biraz da kitaptaki olay örgüsünden bahsedeyim. Kitap öyle dolu dolu olaylarla ilerlemiyor. Gayet durağan bir şekilde 3 kardeş klasik ziyaretlerini yapmak için babannelerinin yanına gelmiştir. Ve bu karakterler aracılığıyla hem yaşanılan ana hem de Fatma Hanım ve Recep sayesinde geçmişe yolculuk ederiz. Kitabın devamı olsa çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum biraz yarıda kesilmiş gibi. Kitabın sonu hakkında şöyle bir yorumda bulunabilirim ki ülkemizde sol neredeyse bastırılmış durumda. Sağın hakim olduğu bir düzendeyiz. Yazar böyle bir sonla bu duruma atıfta bulunmuş olabilir. Neticede keyifli bir kitaptı. Ama hayır, ben hala bir Orhan Pamuk hayranı değilim.

Arka Kapak
Biri tarihçi, biri devrimci, biri de zengin olmayı aklına koymuş üç torun babaannelerini ziyaret eder, dedelerinin yetmiş yıl önce sürgün edildiğinde yaptırdığı evde bir hafta kalırlar. Babaannenin anıları yavaş yavaş aralanırken dedenin Doğuyla Batı arasındaki uçurumu kapatacağını sandığı ansiklopediyi yazışı hatırlanır. Kuşaklar arasında köprüler kurarken, duvarların ötesinde de başkaları vardır. Orhan Pamuk'un ikinci romanı önemli sorular soran bir kitap...


7 Nisan 2013 Pazar

Tersine Dünya - Orhan Kemal


Bu ara kendime küçük bir Orhan Kemal ziyafeti çektim. Elimden geldiğince de okuduklarımı burada yayınlamaya çalışacağım. Kitaplarını incelerken tanıtım yazısını okuduğumda kesinlikle bu kitabı almalıyım dedim. İyiki de almışım. Zaten Orhan Kemal'in beğenmeyeceğim bir kitabı olacağını zannetmiyorum. Her neyse kitaptan bahsetmeye başlayayım.

Bu romanda tersine dönmüş bir dünya ile karşı karşıyayız. Yani kadın ve erkeğin rolü değişiyor. Romanda günümüzdeki erkek egemen toplum çok geçmişte kalmıştır. Artık egemen olan kadındır. Yazar, dünyanın olağan seyrindeki olaylara dokunmaz sadece kadın ve erkeğin yerini değiştirir. Kadın çalışmak, eve bakmakla yükümlüyken erkeğin görevi çocuklarına bakmak, kocasına hizmet etmektir. Kitabı anlamanıza yardımcı olması için kitaptan konusu hakkında fikir veren birkaç alıntı yapacağım.

"Bir kadın erkeğinin küçük tanrısıdır."

"Hiç kimse el kapılarında çalışan babalara namuslu gözüyle bakmazdı. Böyle erkekler "o biçim"di."

"Bana bak oğlum. Böyle giderse kötü erkek olur, genelevlere düşersin, karışmam!"

Orhan Kemal'in eserine sadece mizahi bir kitap olarak yaklaşmak doğru olmaz elbet. Kitapta erkek egemen toplumda kadına yüklenen yükü tersine çevirip erkeklere ayna tutuyor. Yaptıkları zulmü kendilerine çektirip empati kurmalarını sağlıyor.

Romanda Orhan Kemal'e yakışır bir şekilde işsizliği, fakirliği, sınıf atlama çabalarını da görüyoruz.

Roman dediğime bakmayın kısacık 122 sayfalık bir kitap. Bir saatinizi almaz okuması. Okuduktan sonra üstüne bir de 93 yapımı filmini izlerseniz tadından yenmez doğrusu.

Arka Kapak
Edebiyatımızın sıradan insanı en iyi anlatan kalemlerinden olan Orhan Kemal’in Tersine Dünya adlı bu romanı, onun en sıra dışı kitaplarından biri. Ancak, cinsiyetlerin yer değiştirdiği bu ters dönmüş dünyada da bireyin sıkıntıları, düşleri, beklentileri yine birbirine benziyor. Ruhun en karanlık noktalarının derinliklerinde başarıyla inebilen Orhan Kemal, bize mizah yüklü anlatıyla yeniden insanı sevmeyi öğretiyor.

Orhan Kemal'in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok az yazar okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır, Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize. Orhan Kemal'in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır.



31 Mart 2013 Pazar

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal



Orhan Kemal, “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyü’nün erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar. Sekizi onu Kayseri Dokuma Fabrikası’na gitti, dördü beşi Sivas Çimento Fabrikası Cer Atölyesi’ne, içlerinden üçü de Çukurova’nın yolunu tuttu.” diye başlıyor İflahsızın Yusuf’un, Pehlivan Ali’nin ve Köse Hasan’ın çevresinde Çukurova'da işçilerin bitmez çilesini anlatmaya.

Bu üç arkadaşın köylerinden kalkıp Çukurova’ya gelmelerinin tek nedeni biraz para kazanıp iş bulamadıkları köylerine dönmek ailelerine kol kanat germektir. Düşünceleri sadece bir ekmek derdi olan bu insanları öyle dosdoğru öyle samimi anlatmış ki olan her olayda insan onlar yerine kadare lanet okuyor.

Yusuf azmin, kararlılığın, Hasan güçsüzlüğün, Pehlivan Ali de gücün aynı zamanda saflığın temsilcisidir romanda. Bir de Zeynel karakteri vardır ki bu Orhan Kemal’in olmasını istediği işçi tipidir. Sadakaymışçasına önüne atılanla yetinmeyen hakettiğini vermezlerse zorla alan, asıl olunması gereken kişidir. Ustalar işcinin yanındayken ağalar ve bir nevi ağanın köpeği olan ırgatbaşı zalimdir ve tabi hiçbir zaman eksik olmayan şakşakçılar da vardır işçinin içinde. Bu şakşakçıların temsilcisi de Kemal Cesur’dur. Ama Orhan Kemal kendi de işçi olmasına, aynı zulmü görmesine rağmen arkadaşlarını satan, ırgatbaşının kölesi olan bu tipi yerden yere vurmaz az da olsa onu da haklı bulur ve bunu da bir sözüyle bize gösterir. Karşısında titreyip küçülen adama acımıştı Zeynel. Bütün bu ikiyüzlülük, yokluktan kurtulabilme umuduyla, para içindi. (syf. 260)

Bu  roman Türkiye de işçi sınıfını anlatan en gerçekçi roman olsa gerek. Zaten Orhan Kemal de bu işçi hayatına yabancı değil. Bir dönem Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik ve katiplik yapmış. E haliyle buralarda hayatı iyi gözlemlemiş. Ne kadar iyi gözlemlediğini de kitapta çok net bir şekilde gösteriyor. Sırça köşklerde yaşasaydı böyle romanlar çıkaramazdı elbet.

Kitap hakkında konuşmak, konuşmak hiç susmamak isterim ama bir kişi bile bu yazıyı görüp kitabı okumaya karar verirse diye kitabı ifşa etmemiş olayım endişesiyle kısa kesiyorum. Bu kitabı hakkında yorumlara bakmadan alın ve okuyun daha sonra da tanıdıklarınıza okutun. Bu kitap uzak ülkelerdeki açlık çeken, zulüm gören insanları değil bizi anlatıyor. Biz yaşadık bu dönemleri.Bu da onu daha da değerli yapmaz mı?

Kitabın 1978'de çekilmiş bir de filmi var ki bu filmden bahsetmeyi gerekli görüyorum çünkü bu filmin çekim aşamaları ve çekimden sonra yaşananlar da bir filme konu olabilecek cinsten.

Filmin çekimi ve sonrasında olanlar hakkında Wikipedia'daki bilgilerden iki kısmı özet gibi buraya aktarıyorum.  Eğer siz detaylıca okumak isterseniz -ki kesinlikle okumalısınız-  buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.



Ağırlıklı olarak Kurtiz'in seçimiyle Ankara Sanat Tiyatrosu ekibi ve o zamanlarda toplumcu gerçekçi filmlerinde oynayan oyunculardan oluşan bir kadro kuruldu. 1979 yılının yaz aylarında Çukurova'ya gidildi. Filmin çekimlerinin gerçekleştirileceği yerlere karar verildi. Oyuncu Erkan Yücel, çevrede çalışan işçilerle tanıştı, sohbet etti ve davranış biçimlerini gözlemledi. Bölgede gerçekleştirilen çekimlerde bazı problemler çıktı. Çekimlerin başladığı ilk haftanın sonunda Kurtiz ve Vehbi Koç tartışma yaşadı. Kurtiz, Koç'un işine son verdi ve ardından da Koç filme yatırdığı parayı geri istedi. Bu olay yüzünden finansal sorunlar başladı. Kıral bazı oyuncularından yardım istedi. Ankara'ya giden Erol Demiröz anne ve ablasının bileziklerini satıp bankada biriktirdiği parayı getirdi. Belli bir miktar para toplandı.
Ancak para bittiğinde set işçileri ücretlerini alamadıklarını söylerek projeden ayrıldı. Oyuncular bundan sonra hem kamera arkası hem de önünde çalışmaya başladı. Bir diğer problem de böceklerdi, ama kısa süre sonra bu sorun giderildi. Çevrede yaşayan sağcı gruplar, film çalışanlarını solcu sandıkları için burada çekim yapmalarından rahatsız oldu. Oyuncular bu yüzden geceleri nöbet tuttu. Tüm olumsuzluklara rağmen çekimler bitirildi.

Durun aksilikler böyle bitmiyor daha yeni başlıyoruz. :)

Filmin ilk kez 13 Eylül 1980'de başlayacak olan Antalya Film Festivali'nde gösterilmesi planlanıyordu. Ama festivalin başlama tarihinden bir gün önce 12 Eylül darbesi oldu. Darbenin akâbinde Bereketli Topraklar Üzerinde gösterime girdi. Ne kadar gösterimde kaldığı bilinmiyor. Filmin oyuncuları sürenin bir hafta olduğunu söyledi. Erol Demiröz bu konu hakkında "Ben her filmimi birkaç kere izlerim. Ama bu filmi bir kere izleyebildim" dedi. Adana Sıkıyönetim Komutanlığı filmi uygunsuz buldu ve gösterimini yasakladı.Samancılar bunun nedenini filmin bir başkaldırış hikâyesi olmasından kaynaklandığını söyledi.Darbeden 1 yıl sonra film Antalya Film Festivali'nde yeniden gösterildi. Yarışmada Bereketli Topraklar Üzerinde öne çıktı. Kültür Bakanı Sinema Daire Başkanı, jüri üyesi Burçak Evren'den En İyi Film ödülünü kendilerine bırakmasını istedi. Evren bu teklife çok şaşırdı. Bereketli Topraklar Üzerinde filminin alacağı olası bir En İyi Film ödülünü engellenmeye çalışıldığının farkına vardı. Jüri toplantısında Evren ödülün Bereketli Topraklar Üzerinde'ye verilmesini istedi. Bakanlık üyeleri bunu onaylamadı.O yıl hiçbir filme En İyi Film dalında ödül verilmedi.Kıral, En İyi Yönetmen ödülünü, Yaman Okay da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Jüride tartışmalar yaşandığını öğrenen Kıral, kendisine verilen ödülü kabul etmedi.

Sinema Yazarları Derneği, yılın en iyi filmi olarak Bereketli Topraklar Üzerinde'yi seçti. Avrupa'da üretilen en iyi filmin seçilmesi için Strasbourg'da oylama yapıldı. Film en başta ilk beşe kaldı. Verilen karar ile Bereketli Topraklar Üzerinde 1981 yılının En İyi Avrupa Filmi seçildi.Ödülü almak için Paris'e çağrılan Erden Kıral yurtdışı yasağı nedeniyle gidemedi. Bu yüzden kurum yetkilileri ödülü vermek için İstanbul'a geldi.Ancak birkaç kişi Kıral'ı engelledi ve yetkililerden uzaklaştırdı. Kıral beş yıl sonra Paris'e ödülü almaya gitti.
Bu sırada filmin negatifleri ortadan kayboldu. Erden Kıral yıllarca filmin negatiflerini aradı. Ailesine bile kendisinin ölmesi takdirinde negatifleri bulmalarını vasiyet bıraktı. Yıllar sonra Kıral negatiflerin izini buldu. Yapımcılardan Nurettin Sezer onları korumak için İsveç'e götürmüştü. 

İşte filmin hikayesi özetle bu. Kısa tutayım dedim ama cümleleri değiştirmeyip direk aktardığım için pek kısa olamadı kusura bakmayın. Filmin görüntüsü kötü ama izlenmeyecek kadar da değil elbet. Sırf şu verilen emek için dahi izlemeye değmez mi? 

Arka Kapak
"Bu kitap, kendi bilgi ve görgülerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. 'Pardon,' dediler, 'bu bu kadar olur. Bütün anlattıkların doğru. Eksik bile. Çukurova'nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın..."




20 Şubat 2013 Çarşamba

Yarın Yeni Bir Gün - Erich Maria Remarque



Bu Remarque’nin okuduğum üçüncü kitabı oldu. Sanırım bu yazarla kafayı bozuyorum. Üç kitapta da konu savaş ama o kadar gerçek o kadar samimi ki doyamıyorum. Aynı şeyleri tekrar tekrar okuyabilirim.


Okuduğum diğer iki kitabı "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" ve "Dönüş Yolu"ndan farklı olarak yazar burada aşka yer vermiş. Aslına bakarsak diğer kitaplardan daha ılımlı bir yaklaşım var bu kitapta. O kıyametin ortasında aşk bir ilaç gibi. Tabi aşk ne kadar güçlü olsa da hayat tüm çirkinliğiyle devam ediyor. Ve malesef aşk bu durumu iyileştirmeye yetmiyor.


Kitabın basımı yok, bir sahafta karşıma çıktı. Kitaptan haberim yoktu Remarque adını görür görmez yapıştım tabi ki. Ve tam tahmin ettiğim gibi pişman olmadım. 68’de Halk Kitabevi'nden basılmış. Eski bir kitap, haliyle içinde pek çok basım hatası var. Hatta yer değiştirmiş sayfalar da mevcut. Bazen cümle bir anda kesiliyor ama bu hatalar konu bütünlüğünü bozmuyor.

Arka Kapak
Bu romanda aşk gibi asil bir hissinsürükleyici ahengini, dehşet saçan korkunç maceraların unutulmaz hatıralarını bulacaksınız. Fırtınalı bir gecede mezarların derin çukurlarında kaybolan, insanların, yaşamak için attığı son çığlıkları duyacak ve onlarla beraber ürpereceksiniz.