15 Kasım 2012 Perşembe

1930’lardan 12 Eylül’e Siyasi Tarihimiz



Bu yazıda Türkiye’nin siyasi tarihine ışık tutan bir üçlemeden bahsedeceğim. Belgeselleri de bulunan Mehmet Ali Birand imzalı bu üç kitap siyasi tarihimize ilişkin okuduğum başarılı eserlerden biri.



Demirkırat / Bir Demokrasınin Doğuşu

Bu kitapta henüz çiçeği burnunda bir ülke olan Türkiye'nin 30’lu yıllarına kısaca değinip İnönü'nün siyaset sahnesinede tek başına aktif olmasından itibaren gelişen olayları okuyoruz. 17 Eylül 1961’de Adnan Menderes'in idamıyla da kitabı noktalıyoruz.

Bu set içinde en akıcı kitap diyebilirim. Tarafsızlık elden bırakılmadan yazılmış, dönemin aktörlerinin ropörtajlarıyla desteklenmiş.

Demirkırat adının hikayesinden bahsetmeden geçmek olmaz. Demokrat Parti ortaya çıktığı zamanlarda demokrat kelimesine yabancı olan Türk halkı bu kelimeyi Demirkırat'a dönüştürmüş ve böylece kalmış.

Doğan Kitap tarafından basılan kitabın dvd'si de hediye olarak veriliyor.



12 Mart / İhtilalin Pençesinde Demokrasi

Bu kitapta tarihi 61’de Menderes'in idamından alıp 71’de üç masum gencin idamına kadar götürüyoruz. 10 yıla ne çok ölüm sığdırmışız ve bununla da yetinmemişiz. Ne acı..

Kitap aynı şekilde röpörtajlarla desteklenmiş.  Ecevit ve Demirel gibi konu edilen dönemde aktif rol oynayan insanların röportajlarının bulunması büyük bir kazanç.

 İmge yayınevinden çıkan bu kitapta da dvd hediye olarak veriliyor.







12 Eylül / Türkiye'nin Miladı

71 tarihiyle başlayan bu kitap dönemimizin en karışık zamanlarını anlatıyor. Sürekli değişen hükümetler, başarısız koalisyonlar, katliamlar, suikastler,  sağ sol çatışması, terör derken bir bakmışızki bir darbe daha yanı başımızda belirivermiş. 

İçlerinde en dolu dolu olan üçlemedeki bu sonuncu kitabı da iktidarı Özal'a devredip bitiriyoruz. Ama tarih burada bitmiyor. The Özal Bir Davanın Öyküsü isimli Mehmet Ali Birand ve Soner Yalçın imzalı eserle tarihe tanıklık etmeye devam edebilirsiniz. Ben şu sıralar çok yoğun olduğum için maesef bu kitaba başlayamadım.



Doğan kitaptan çıkan bu kitabın ne yazık ki dvd'sini hediye olarak alamıyoruz. Ama yine de piyasa değeri 50 lira olan dvd'yi internetten izleme şansımız var.



8 Ekim 2012 Pazartesi

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş - Jose Saramago



Jose Saramago’nun iki romanı Körlük ve Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kütüphanemde okunacaklar arasında bekliyordu. Daha önce Kabil ile başladığım Saramago’yu Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş ile devam ettirmeye karar verdim. Bu kararımda kitabın ismi önemli derecede etkili olduğu halde okurken aynı etki devam etmedi.

Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde hemen hemen herkesin aklından geçirdiği ölümsüz olma düşüncesinin gerçekleştiği takdirde olacakları okuyoruz. Ölüm ortadan kalktığında kimse sonsuz bir yaşlılığa, düşkünlüğe gark olacağını düşünmez elbet ama olacak olan budur ve Saramago bize böyle bir düzende dünyanın içine düşeceği durumu gösteriyor.  Burada belirtmeden geçmeyelim ki yazar ölümsüzlüğü sadece bir ülkeyle sınırlı tutuyor. İkinci bölümde ölümlerin bir hafta önceden bildirildiği bir düzende olacakları okuyoruz.Bu seferde her an ölüm haberinin geleceği korkusuyla yaşamanın dayanılmazlığına şahit oluyoruz. 


Öncelikle kitabın su gibi akıp gitmediğini söylemeliyim. Üç kitabında da gördüğüm üzere Saramago diyalogları birbirinden ayırmayı pek önemsemiyor. Haliyle bu da kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Her sayfası karınca sürüsü gibi harflerle dolu bir kitabı okumak kolay olmadı. Ama tüm yoruculuğuna rağmen bırakamadım. Büyük beklentilere girilmediği sürece okunabileceği kanaatindeyim.

Arka Kapak
Adı bilinmeyen bir ülkede, dünya kuruldu kurulalı görülmemiş bir olay gerçekleşir: Ölüm, o güne kadar yerine getirdiği görevinden vazgeçer, hiç kimse ölmez olur. Bir anda ülkeye dalga dalga yayılan sevinç çok geçmeden yerini hayal kırıklığı ve kaosa bırakır. İnsanların ölmemesi zamanın durduğu anlamına gelmemektedir, ezeli bir yaşlılıktır artık onları bekleyen. Hükümetten kiliseye, sağlık kurumlarından ailelere, şirketlerden mafyaya kadar herkes ölümün ortadan kalkmasının getirdiği sonuçlarla mücadele etmek zorundadır. Ancak ölüm, beklenmedik bir kimlikle ve umulmadık duygularla geri döner insanların arasına.
Ölüm ve ölümsüzlük karşısında insanın şaşkınlığını, çelişkili tepkilerini ve ahlaki çöküşünü, edebi, toplumsal ve felsefi anlamda derinlikli bir biçimde işleyen José Saramago, geçici olanla ebedi olanı birbirinden ayıran kısa mesafenin meseli sayılacak Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’u, başladığı gibi bitiriyor: "Ertesi gün hiç kimse ölmedi.


4 Ağustos 2012 Cumartesi

Yazı Odasında Yolculuklar - Paul Auster



Daha önce Paul Auster’in Görünmeyen ve Son Şeyler Ülkesinde isimli kitaplarını okumuş biri olarak bu kitabın çok çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca bloguma adını bahşeden bir kitabı bu kadar geç okumuş olmam da büyük kayıp.

Kitap bilincini kaybetmiş yaşlı bir adamın birer adet yazı masası, yatak ve sandalye bulunan hücre gibi bir odada uyanmasıyla başlar. Yazar bu adamın adını söylemez bize, onun hakkında hiçbir bir bilgi vermez ve ona Bay Boş diye hitap etmeyi seçer. Bay Boş orada neden bulunduğunu bilmemekte ve anlamaya çalışmaktadır.

Kitaptan uzun uzun bahsedip okumak isteyenlerin hevesini baltalayacak değilim. Ama kitapta bulunan güzel bir detaydan bahsetmeden geçmeyeceğim. Bay Boş'un odasına gelip giden kişiler yazarın daha önceki romanlarının kahramanlarıdır. Yazara ait okuduğum kitap sayısı göz önünde bulundurulursa ben sadece birini tanıyabildim ama daha çok kitabını okumuş bir kişi için daha eğlenceli bir hal alabilir bu detay.

Kitabın bize anlattığı kurgulanmış bir hikayeden çok daha fazlası. Okumanızı tavsiye ederim. 

Arka Kapak
Bir yatak, bir yazı masası ve bir iskemleden başka bir şey bulunmayan, tek kapılı, tek pencereli bir oda. Yaşlı bir adam, bu odada belleğini yitirmiş olarak uyanır. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini anımsamaz. Odaya gelen belli belirsiz kişiler, Bay Boş’a anımsayamadığı suçlar yöneltirler, kimliği ve geçmişine ilişkin örtük sözler ederler. Tavana gizlenmiş bir kamera durmadan fotoğrafını çeker, bir mikrofon odadaki her sesi kaydeder. Biri izlemektedir sanki. Günümüz Amerikan edebiyatının en yaratıcı yazarı Paul Auster’ın yeni romanı Yazı Odasında Yolculuklar, gizemli metinleri, bilmece kimlikleri, kahramanının gizli geçmişi ve belirsiz işkencecisiyle belki de yazarın en tuhaf romanı. Ama Bay Boş’un dünyasının bizim dünyamızdan çok da farklı olmadığını düşünürsek, belki de o kadar tuhaf değil. Bay Boş’un kurmaca yaşamı, Kafka, Beckett ve Borges’in yarattıkları dünyadaki yerini alırken, günümüz gerçekliğini tüm ürkünçlüğüyle sezdiriyor okura.

 

10 Temmuz 2012 Salı

Benden Selam Söyle Anadolu'ya - Dido Sotiriyu


Asıl adı Kanlı Topraklar olan ve Türkçeye Benden Selam Söyle Anadolu’ya adıyla çevrilen kitap Anadolu'da yaşayan Rumlar ile Türklerin ilişkilerini, yıllarca aynı topraklarda yaşayan bu insanların nasıl bir anda koptuklarını anlatıyor bize. Üstelik yaşanmış bir hikaye ile birlikte sunuyor bu gerçeği.  Bu da kitabın etkileyiciliğini bir kat daha arttırıyor.

Kurtuluş Şavaşı öncesinde ve Kurtuluş Savaşının başlamasıyla Anadolu'da olup bitenleri ve bu durumun Rumlara yansıttıklarını bir Anadolu Rum köylüsü olan Manoli  Aksiyotis'in hikayesiyle takip ediyoruz.

Başta doğup büyüdüğü topraklardan göçmek zorunda kalmış bir insan ne kadar tarafsız olabilir diye çekinmiştim ancak okudukça yanıldığımı fark ettim.

Belki de kitabın en can alıcı yeri olan son bölümde Manoli’nin serzenişine kulak veriyoruz. Aslında bütün öykü burada özetlenmiş;

'Ve sen... Kör Mehmet'in damadı! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum... Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşehriler... Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!.. 

Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadı! Benden Selam Söyle Anadolu'ya!.. Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!'

Bilindik bir tarihi okuyoruz bu kitapta ama olabilecek en gerçek haliyle; yaşanmış bir hikayeyle...

Arka Kapak
1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü alan bu kitap, kökleri Türkiye'de olan, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye'den göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanlı yazar Dido Sotiriyu'nun en önemli etkileyici kitabı. Türkiye'nin kültür mozayiğinde çok önemli bir yer tutan Yunanlı azınlıkların, Kurtuluş Savaşı öncesindeki ve savaş sırasındaki yaşamlarından gerçekçi kesitler sunan Dido Sotiriyu, kendisini şöyle tanıtıyor: 'Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte, doğduğum il olan Aydın'da yaşadım. 1922'de Anadolu'dan ayrılarak Yunanistan'a, amcamların yanına gitmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü oraya. İlk çocukluk yıllarının anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan bir kitap yazma isteği içimde çığ gibi büyüyordu. 1962 yılında, Benden Selam Söyle Anadolu'ya adlı kitabım yayınlandı. Bence ilk kez gerçekleri ortaya koyan bu kitapta geçenler tümüyle tarafsız bir gözle yazıldı.'

 

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Sırça Fanus - Sylvia Plath


Otobiyagrafik bir nitelik taşıyan ve yazarın tek kitabı olan, isimleri değiştirerek aslında kendi yaşamını yazdığı romanda okul yıllarında içine düştüğü bunalımı anlatmakta. Kitap boyunca çevresiyle iletişimi kopuk olan, yaşadığı ortamdan namemnun, kendini sırça bir fanusun içine hapsolmuş hisseden Esther Greenwood’un yani gerçekte Sylvia Plath’ın ruh haline tanık oluyoruz.

Ben psikolojik sorunlarda doktorların insanı iyileştiremeyeceğine inanırım. Bir insan ölüm düşüncesini bir kez olsun aklına koymuşsa aklını kaybettirmediğiniz sürece bu düşünceyi onun beyninden söküp atamazsınız. İntihara meyilli olan ve bu yüzden tedavi gören yazarımızın bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra yaşamına son vermiş olması da bu düşüncemi destekler nitelikte.

Bunun dışında kitap bir günde okunabilecek kadar kolay ve sade bir dille yazılmış. Okurken kelimeler adeta kayıp gidiyor. Çok çok iyi olmasada Sylvia Plath severler için yazarın iç dünyasına biraz olsun tanık olmak açısından okunabilecek bir eser. 

Arka Kapak
Sırça Fanus, 20. yüzyıl edebiyatının efsane yazarlarından Sylvia Plath’ in tek romanı. İlk kez 1963’te yayımlanan kitap, Plath’in kendi gençlik bunalımlarından yola çıkan, büyük ölçüde özyaşamöyküsel bir yapıt. Amerikalı aydınlar üzerinde acımasız bir baskı kuran McCarthy döneminde, üniversite öğrencisi genç bir kızın zihinsel rahatsızlığını, intihar girişimini ve yeniden yaşama dönme uğraşını anlatır Sırça Fanus. Ne var ki, Plath’in şaşırtıcı akıcılıktaki üslubu, ayrıntılara inen keskin gözlemciliği ve kurgulama ustalığı, Sırça Fanus’u iç karartıcı bir bunalım romanı olmaktan çıkarır, insan ruhunun derinliklerinde cesaretle gezinen eleştirel bir yapıta dönüştürür. Şiirleri ve öykülerinde de yabancılaşma, ölüm ve kendini yok etme temalarını işlemiş olan Plath, bu romanın yayımlanmasından bir ay sonra, otuz bir yaşında, yaşamına kendi eliyle son vermiştir.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Ağır Roman - Metin Kaçan


Bir sahaftan  8 liraya aldığım bu romanı uzun zamandır okumak istiyordum fakat bir türlü baskısını bulamamıştım. En nihayetinde kitabıma kavuştum ve bir çırpıda okudum. Beni bu kitabı okumaya iten şey kesinlikle kitabın ismiydi. Kitap ismine yakışır bir şekilde ağır ağır ilerliyor.

Her şeyden önce söylemem gerekir ki kullanılan dil kitabın havasıyla birebir örtüşüyor. Başta dile hakim olmakta zorlansamda sayfalar ilerledikçe anlatımdaki mükemmelliği fark ettim.

Romanın geçtiği Kolera Sokağı mafya babalarının, dolandırıcıların, serserilerin, fahişelerin ve farklı inançlardan insanların bir arada yaşadığı daha doğrsu yaşamaya çalıştığı bir yerdir. Ölümlerin sıradan bir durum olduğu, yaşamak için öldürmenin şart koşulduğu bu yerde yaşama tutunmaya çalışan Gıli Gıli Salih'in hikayesini okuyoruz romana yakışır, argolarla süslü bir dille.

Metin Kaçan bu kurgusal romanında aslında bize İstanbul'un diğer yüzünü gösterir. Kolera Sokağı'nda yaşayan insanlar her ne kadar hayal ürünü olsa da bu hayatın benzerine İstanbul'un süslü semtlerinden çıkıp girdiğiniz herhangi bir mahallede rastlayabilirsiniz. 

Arka Kapak
''Metin Kaçan ' Ağır Roman' da kendi fantezisinin mitolojik ve masalsı olanaklarına başvurarak yeni bir evren yaratıyor. Bir büyük kent 'cangıl' ıdır bu evren. Bir kültür metropolülnde yaşamlarına karşılık, o kültürle iletişim kuramayan, sistemdeki çürümüşlüğün ürünü bir toplum kesimindeki insanların evrenidir bu; pezoların, kevaşelerin, yengeç heriflerin, malbuçların, zarboların dünyası... Bu dünyanın odağında ise, içinde bulunduğu koşulları şiddet aracılığıyla pretosto eden ya da uyuşturucu yoluyla düş dünyasına sığınan bir 'olum Don Kişot'u yaşamaktadır. Türk edebiyatının bugüne dek ortaya çıkardığı en etkileyici insan portrelerinden biridir Gıli Gıli Salih. Bu Türkün olduğu kadar büyüleyici dünyanın en çarpıcı özelliği ise, alışılmış kalıpları yıkan olağandışı özgünlükteki 'dil'idir. Dolapdere'nin bıçkın argosunu fantastik öğeyle bütünleştiren, yeni türetilmiş sözcükler/deyişlerle oluşturulmuş bu farklı dil aracılığıyla, 'sarkastik ironi'den 'groteks' e, oradan da 'kitsch' e uzanan provokatif bir imgeler dünyası yaratıyor Metin Kaçan metninde. İçinde kanlı canlı sözcüklerin neredeyse somutlaştığı; dilden insanlar, dilden uzamlar içeren gerçek bir sanat ürünüdür 'Ağır Roman'.''

 

18 Mayıs 2012 Cuma

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell



Kitapta yepyeni bir dünyayla karşı karşıyayız. Bu dünya üç devletten oluşmakta. Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya. Bu devletler arasında etkileşim mümkün değil. Her ülke kendi sınırları içinde yaşamakta. Kahramanımız Winston’un ülkesi ise  Okyanusya’dır ve kitap Okyanusya üzerinde ele alınıyor.

Bir korku ütopyası olan bu ülkede düşünmek bile suçtur. İnsanlar mimik hareketlerinden dahi suçlu bulunabilir. Sevgi, aşk, aile bağları gibi unsurların ortadan kaldırıldığı çocuğun babaya düşman edildiği bir ülkedir burası. İnsanların yapması gereken tek şey ülkenin sahibi olan, her şeye gücü yeten Büyük Birader’i koşulsuz şartsız sevmek ve ülkede egemen olan partiye sadakatle bağlı olmak.

Bu ülkede insanlar bulundukları durumdan hiçbir zaman şikayet etmez çünkü daha önce nasıl bir durumda olduklarını bilmemektedirler. Geçmiş her an değiştirilmekte, gerçekler çarpıtılmaktadır. Zaten düşünmenin suç olduğu bir yerde geçmişi kurcalamak kimseninin yapmaya cesaret edebileceği bir iş değildir. Düşünce polisi her zaman insanların ensesindedir. Ülkenin her yerine hatta evlerin içlerine dahi yerleştirilmiş tele-ekranlardan insanlar izlenmekte partinin gözüne batan herkes buharlaştırılmaktadır. Bu buharlaştırma öldürmek değil tamamen yok etmektir. Bu kişinin geçmişteki kayıtlardan adı silinir tarihte ona dair hiçbir iz kalmaz. Böyle bir ülkede kahramanımız Winston bazı şeylerin ayırdındadır. Ve bu düzenin değişebileceğine inanmaktadır. 
 
George Orwell'in yıllar önce distopya olarak yarattığı ülke bugünün Türkiye'siyle birebir örtüşmektedir. Bugün bizde  düşünmenin suç sayıldığı, özel hayatın yok edildiği, boynuna doladığın bir bez parçasının suç unsuru olmaya yettiği bir ülkede yaşıyoruz.  Çoktan dibe vurmuşuz da henüz haberimiz yok.

Önemli bir noktayı da belirtmek isterim ki Celal Üster yazdığı önsözde kitabın eski çevirilerine dair bir hatayı düzeltirken kitabın sonunu da söylemektedir. Bu yüzden okuyacakların önsözü en sona bırakmasını tavsiye ederim. 

Arka Kapak 
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan George Orwell, 47 yıllık yaşamına iki başyapıt sığdırmıştır; Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. 1945 yılında yayımlanan Hayvan Çiftliği’nde, bir grup hayvanın kendilerini sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum kurmaya çalışmasının öyküsü anlatılır. Bir siyasal yergi başyapıtı sayılan Hayvan Çiftliği’ni 1949’da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roman izledi. Orwell’in bu son kitabı, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı yürekten bir uyarı niteliğindeydi. Dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu düşsel bir gelecekte geçen roman, hem o dönemde hem de sonraki yıllarda çok sayıda okuru derinden etkileyecek, güncelliğini hiç yitirmeyecekti.

 

26 Nisan 2012 Perşembe

Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger


Salinger,  16 yaşında bir çocuğun çevresindeki düzene uyamamaktan, insanların yapmacıklığından duyduğu bıkkınlığı kahramanın birkaç gününe sığdırarak, onun ağzından anlatıyor. Kitapta pek fazla olay yok daha çok kahramanımız Holden Caulfield’in düşüncelerini  okuyoruz.

Kitabın beni en çok etkileyen yanı konuşma dilinde yazılmış olması. Lanet bir yer, felaket  bişiy, buna taptım gibi cümleler insanın diline takılmıyor değil. Herkesin kitabın muhteşemliği konusunda hemfikir olacağını düşünmüyorum. Bir ergenin anıları işte diyerek kenara atanlar da vardır muhtemelen. Dikkatli okunursa eğer, kitabın Holden'in hayatını değil de aslında hepimizin hayatını anlattığı görülecektir. Takdir okuyanın.

Arka Kapak
NewYork'lu bir burjuva ailesinin oğlu Holden Caulfield'in "büyümeye dair" keyifli ve hüzünlü öyküsü. Salinger'in en iyi eserlerinden biri. Türkçeye daha önce Gönülçelen adıyla çevrilen roman, bu kez İngilizce aslından Coşkun Yerli tarafından çevrildi.


 

7 Nisan 2012 Cumartesi

Kediler Güzel Uyanır - Yekta Kopan


Okuduğum ilk Yekta Kopan kitabı. İtiraf etmek gerekirse kitabı almamda Yekta Kopan’ın ödüllü bir yazar olmasından çok kitabın adı etkili oldu.  Kitabı ilk elime aldığımda çok şaşırdım. Hikayeler o kadar kısa ki sanki boşluk bırakmadan yazılmış şiirler gibi. Ama okudukça sevdim. Yazar adeta kelimelerle oyun oynayarak anlık zamanları anlatıyor.

Kırk bir hikayeden oluşuyor kitap. "Tensikat" isimli hikayede geçmişime döndüm diyebilirim. Ben de hep uygulardım bu işin olması için şu testten geçmeliyim kuralını. "Matruşka" isimli hikayeyi dört sayfaya yaymış. Dikkatli okursanuz ismiyle arasındaki bağı anlarsınız. Bir de "Geomerti" isimli bir hikaye var ki bunun da sırrını söylemeyeceğim. Zaten okurken fark ediyorsunuz.

Bazı hikayeleri okurken okuduğum yazının bir hikaye değil de şiir olduğunu düşündüm. Fazla hikaye kitabı okuyan biri değilimdir hele böyle kısa hikayelerden oluşan bir kitabı hiç okumamıştım. Benim için çok ilginç bir kitaptı. Eh ne diyelim Yekta Kopan okumaya devam.

Arka Kapak
“Beklenmedik bir anda, bir kitapla yaşadığın şaşırtıcı buluşma. Kütüphanede, rafta, çalışma masasında öylece durmakta, seni beklediğini bilmeden; zaten sen de farkında değilsin yaşanacakların. Karşılaşıyorsunuz. O senden daha cesur, sınırları yok. Sonrası kendiliğinden geliyor. Mutlusunuz. Hepsi bu.”
Öyküler. Kısa öyküler. Çok kısa öyküler.
Yekta Kopan, edebiyatın en değerli parçası kısa öyküyü titizlikle işliyor. İnsanı derinden kavrayan yalın anlatımıyla hayatın tüm karmaşasını içinde taşıyan çekirdek zamanların resmini yapıyor. Cümleler, sözcükler hatta harfler, bu kitapta birer notaya dönüşüyor ve hayatın gizli ahengini sezdiriyor. Kediler Güzel Uyanır usta işi bir kitap. 


6 Nisan 2012 Cuma

Küçük Bir Alışveriş


Bir süredir çok yoğunum bü yüzden kitap okuyamadım ve şimdi bunun acısını güzel bir alışverişle çıkardım. Alışveriş yapılınca mutlu olunduğu kesinlikle doğru ama bu sadece kitap alışverişinde geçerli oluyor benim için.
 
     1-      Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez
     2-      Yaşamın Ucuna Yolculuk / Tezer Özlü
     3-      Atlantik Ötesi  / Witold Gombrowicz
     4-      Kediler Güzel Uyanır / Yekta Kopan
     5-      Cebelavi Sokağı’nın Çocukları / Necib Mahfuz
     6-      Körlük  / Jose Saramago
     7-      Har / Murat Uyurkulak
     8-      Çavdar Tarlasında Çocuklar / J. D. Salinger



18 Mart 2012 Pazar

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok - Erich Maria Remarque


Kitabı anlatmadan önce Remarque hakkında bilgi vermekte fayda var. On sekiz yaşında Birinci Dünya Savaşı’na katılmış. Savaştan on bir yıl sonra en ünlü eseri olan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u kaleme almış. Naziler döneminde kitapları yakılmış ve Alman vatandaşlığından çıkarılmış. Kitapta bir nevi  kendini anlattığını düşünebiliriz.

Gel gelelim kitaba. Kitap, Bu yılki favori kitaplarımdan olacağa benziyor.  On sekiz yaşında iken, daha kendi hayatlarına sahip olamadan başkaları için ölen çocukların savaş ortasındaki yaşamlarını okuyoruz baş kahraman Paul Baumer’den. Ama anlatılan onların kahramanlıkları, vatan aşkları değil. Daha kendilerine ait bir hayatları yokken, annelerinin kolları arasında olmaları gereken bir dönemde onlara yükledikleri görev çok ağır. Öldüreceksiniz.. Oysa öldürdükleri insanlar da tıpkı kendileri gibi henüz gencecik çocuklar, ardında ailesini bırakmış masum köylülerdi. Bu savaş onların savaşı değildi ama ölmek zorunda olanlar onlardı.

Kitabı okurken kalemi elimden bırakamadım. Altını çizdiğim öyle çok cümle var ki. Şu paragrafta onlardan bir tanesi.
“Genç değiliz biz artık. Dağları devirmek, dünyayı fethetmek isteğimiz kalmadı. Tam tersine, kaçıyoruz. Kendi kendimizden, yaşadığımız hayattan kaçıyoruz. On sekiz yaşındaydık. Tam yaşamayı ve dünyayı sevmeye başlamıştık. Bizi bu dünyayı mahvetmekle görevlendirdiler. İlk bomba bizim yüreğimizin içinde patladı. Çalışma, çaba, ilerleme dünyasıyla ilişkimiz kesildi. Böyle şeylere inanmaz olduk.Biz yalnızca savaşa inanıyoruz artık!”

Kitapta hiçbir abartı yok. Dramatikleştireyim diye ölüm sahnelerini uzatmamış, gereksiz ayrıntılara yer vermemiş. En net şekliyle savaşın ne olduğunu göstermiş.

Arka Kapak
Erich Maria Remarque, eserlerinde, şu veya bu politikacının, savaş kışkırtıcılarının, çıkar gruplarının, silah satıcılarının daha bol para kazanması için insanların kıyasıya öldürülmesine karşı çıkar. Savaşları, savaş kışkırtıcılarını, insanlardan yana edebiyatçının yürekli kalemiyle yerer, içyüzlerini apaçık ve bıkmadan anlatır. 

8 Mart 2012 Perşembe

Sizin Memlekette Eşek Yok Mu? - Aziz Nesin


Aziz Nesin okumaya doyamayacacağım sanırım. Hem düşündürüp hem eğlendirmeyi onun kadar ustaca başaran yok bana kalırsa. İnsanı canından bıktıran bu soğuk havalarda öyle de güzel oluyor ki onun hikayeleriyle mutlu olmak.

Bu kitabının diğer kitaplarından ayrı bir özelliği var. Aziz Nesin, içinde yer alacak hikayeleri kendi belirlemiş. "O Geceyi Yazmak" adında bir anısı ile başlıyor kitap. Samimi duygularla anlatılmış kısa bir anı. Ardından Gülmece olmayan bir öykü diye nitelediği  "Tülsüyü Sevmek" isimli hikaye geliyor. Bu hikayeyi çok beğendim. Ve bundan da sonra o muhteşem hikayelerine geçiyor. Böyle 16 hikaye var. "Altı Bekçi Atlıkarıncada" "Alırsınız Cenneti"  "Sınır Üstündeki Ev" ve "Du bakali n'olecak" isimli hikayeler en beğendiklerim oldu. Hele son ikisine kahkahalarla güldüm. Kitabın sonunda 6 tane de taşlaması mevcut. "Bir Değil İki" isimli taşlamanın son paragrafı ise dilime dolandı adeta. Uzun süre söyledim durdum. 

"Bir kendisi var her şeyi bilen, 
 Başka bilen yok sanıyor.
 Herkes kendini bir bok sanır.
 Ama bu herif, 
 Kendini iki bok sanıyor. "

 Keşke daha uzun olsaydı kitap ve daha uzuun uzuun gülebilseydim.

Arka Kapak
Sizin Memlekette Eşek Yok mu? Dünyaca ünlü mizah ustası Aziz Nesin'in diğer kitapları arasında farklı bir yere sahip. Yarım yüzyıllık yazarlık hayatının bir özeti. Bu kitapta yer alan öykü, şiir ve anılar ölümünen önce bizzat aziz Nesin tarafından seçildi. Bir anlamda Aziz Nesin'in en zor ve en anlamlı kitaplarından biri.

2 Mart 2012 Cuma

Yeni Hayat - Orhan Pamuk


Uzun zamandır aklımda Orhan Pamuk okumak vardı. Hangi kitabıyla başlasam diye çok düşündüm ve Yeni Hayat’ta karar kıldım.

Kahramanımız bir tesadüf sonucu karşılaşır malum kitapla. Kitabı okuduğunda artık eskisi gibi değildir hiçbir şey.  Ve kitaptaki yeni hayatı bulmak için uzun bir yolculuk serüvenine çıkar.  

Herkes ağız birliği etmiş gibi Orhan Pamuk’a methiyeler düzerken, Nobel’e layık görülürken benim tek kitabını okuyarak yazarlığı hakkında yorumda bulunmam elbet doğru olmaz ancak kitap hakkında istediğimi söylebilirim sanırım.

Bir çırpıda bitiremedim. Okurken acaba ne olacak diye merakla kitabın sonunu bekleyemedim (Oysa kitap olaylarla dolu).  Hikayeye dahil olamadım. Kitaba ısınamadım, beklentilerimi karşılamadı. İkinci durağım Sessiz Ev olacak ama bu sefer büyük beklentilerle okumayacağım. 

Şöyle de bir detayımız var ki yazar birden okuyucuyla konuşmaya başlıyor.  "Benim zekamdan kuşkuya düşen saldırgan ve alaycı okura ben de saldırgan bir şekilde elinde tuttuğu kitabın her köşesinde yeterince dikkat ve zeka gösterip göstermediğini sorayım mı?" diyerek kitaptaki detayları sıralamaya başlaması ise en beğendiğim bölümdü.

Arka Kapak
Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Kitaplar ve onların hayatınızı değiştiren sihirli etkileriyle ilgili bir roman. Okuduğu kitaptan fışkıran ışığa bütün hayatını veren, kitabın vaad ettiği yeni hayatın peşinden koşan kahraman bir yandan Hayat'ın, Eşsiz Anılar'ın, Ölüm'ün, Yazı'nın, Kaza'nın sırlarına, bir yandan da çocukluğa, resimli romanlara, bir meleğin görünüp kayboluşuna, Dante'ye, Rilke'ye açılan kapılardan geçip başka hayata girer.
Günümüzün en ilginç yazarlarından biri.


 

4 Şubat 2012 Cumartesi

Kodin - Panait Istrati

Kitap 3 hikayeden oluşuyor. Bataklıkta Bir Gece, Kodin ve Kir Nikola. Hikayelerin her birinde birbirinden bağımsız üç kişi üstünde duruluyor. Hikayeleri birbirine bağlayan ise üçünde de bulunan küçük Adrien. Adrien bu kişilerin görünenden farklı yüzlerini bize gösteriyor.

Bataklıkta Bir Gece Adrien ve Dimi dayısı arasında geçmektedir. Bu hikayeden pek bir şey anladığımı söyleyemem o yüzden üzerinde durmayacağım.

Kodin isimli hikaye ise beni en çok etkileyeni. Hikaye Adrien ile yeni taşındığı mahallede yaşayan, kimse tarafından sevilmeyen Kodin arasında geçiyor. Kodin sert, acımasız, herkesin çekindiği bir adamdır. Tabi bu işin görünen yüzü. Adrien’in tanıdığı Kodin ise sevdiği insanlar için canını verecek kadar iyi kalpli biridir. Hikaye çok etkileyici bir sonla bitiyor. Okurken kimsenin sonunu tahmin edemediğini düşünüyorum.

Son hikayemizin kahramanı ise Kir Nikola ve tabi ki yine Adrien. Hikaye ikisinin diyaloglarından oluşuyor.  Adrien, plaçintalar yapıp satan bir Arnavut olan Kir Nikola'nın dükkanında çalışmaktadır. Vatanından uzakta olan, bulunduğu yerde ne kadar iyilik yapsa da kötü olmaktan kurtulamayan bu yabancının bir derdi vardır. Bu derdi onun sözleriyle anlatalım.

"Benim derdim bu işte. Dostlarım için ben, çoğu kez ağza düşecek olgun bir armudum. Kışladakiler için yolunacak bir tavuk. Mahalle halkı için pis bir Arnavut, zavallı Zinkutza'cığım için aşağılık bir ulus. Oysa ben herkesle kardeş olmak isterdim. Ama kimse bunu arzulamıyor. Hiçkimse doğuştan iyi bir insanın iyi kalmasına yardım etmediği gibi, böyle bir talihe kavuşamamış insanın sonradan iyi olmasına da yardım etmeye yanaşmıyor."

Arka kapak
"İstrati doğuştan masalcıdır, bir Doğu masalcısı, kendi anlattıklarıyla coşup büyülenen, öykü başladıktan sonra bırakın başlamasını, bir saat mi yoksa bin bir gece mi süreceğini kendisi bile bilemeyen bir masalcı. Tuna ve kıvrımları... Bu masalcı yeteneği öylesine karşı konmaz bir şeydir ki, canına kıymadan önce yazdığı mektupta ağlayıp sızlanmalarına iki kez ara vermekte, geçmiş yaşamının iki nükteli öyküsünü anlatmaktadır." (Romain Rolland)